top of page

Uzunca Bir Makale: Kürt Meselesi 1.Bölüm

  • Yazarın fotoğrafı: bilgencofficial
    bilgencofficial
  • 2 Mar 2023
  • 35 dakikada okunur

BÖLÜM 1 Kürtlerin Kökeni, Etnik Milliyetçilik Dalgaları ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Kürt Meselesi


-Mehmet Efe Boylu-




İÇİNDEKİLER


BÖLÜM 1

1) Öz

2) Giriş

3) Kürtlerin Kökeni

4) Etnik Milliyetçilik Dalgaları ve Kürt Milliyetçiliği

5) Türkiye Siyasi Tarihi’nde Kürt Meselesi: 1919-1950

+ Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Kürt Meselesi: 1919-1938

+ Cumhuriyet Dönemi Doğu İsyanları: 1925-1938

- Şeyh Said İsyanı

- Ağrı İsyanları

- Dersim İsyanı

6) İsmet İnönü ve Kürt Meselesi: 1923-1950

+ 1925 Şark Islahat Planı

+ İsmet İnönü’nün 1935 Şark Seyahati ve Kürt Raporu

7)Sonuç






Öz

Kürt Meselesi günümüzde sadece PKK ile alakalı olduğu düşünülebilen ancak Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana sürekli üstüne tartışılan bir meseledir. Bu araştırmada amaç kimine göre Kürt meselesi kimine göreyse Doğu meselesi olarak tanımlanan ve Türkiye siyasi tarihinin her adımında karşımıza çıkabilecek bu kronik sorun üzerine bir çalışma yapmaktır. Bu amaçla sorun hakkında bilgi sahibi olabilmemiz ve çözüm üretebilmemizin en etkili koşulu bu sorunun tarihçesinin kapsamlı bir şekilde ele alınmasıdır. Bunun inancıyla iki bölümden oluşan makalenin ilk bölümünde yöntemsel olarak önce Kürtlerin kökeninden ardından meselenin ana kaynağı olan milliyetçilik dalgalarından bahsedilmiş ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Kürt Meselesi yazılmıştır. İkinci bölümde ise Türkiye siyasi tarihi içerisinde Demokrat Parti Dönemi’nden günümüze kadarki Kürt meselesi ve devlet politikaları üzerinde durulmuştur. Kürt Sorunu yıllardır karşımızda olan bir meseledir ve devletin her dönem yaşadığı iç, dış meselelerin yanında uyguladığı politikalar ışığında gelişme göstermiştir. Özellikle her dönemin iktidarının ve hatta muhalefetinin konu hakkındaki düşünceleri ve uygulamaları sorunu anlamamız açısından değerlidir ve özenle yazılmıştır. Çalışma iki bölümüyle beraber Türkiye siyasi tarihinin her yılını kapsaması, tarihlerin olabildiğince kronolojik sıraya bağlı kalması ve iktidar değişikliklerinin özellikle belirtilmesi nedeniyle anlaması ve çıkarım yapması çok zor değildir. Bütün bu anlatılanların ardından makalenin her iki bölümü için bir sonuç bölümü yazılmış ve sorun hakkında genel bir değerlendirme yapılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Türkiye Cumhuriyeti, Kürt Meselesi, Siyasi Tarih, Terör, Etnik Milliyetçilik, Kürt İsyanları, PKK


Abstract

The Kurdish Trouble is an issue that can only be thought of as related to the PKK, but has been constantly discussed since the Ottoman Empire. The aim of this research is to make a study on this chronic problem, which is defined as the Kurdish issue or Eastern issue depending on the person, and which can be encountered in every step of Turkey's political history. For this purpose, the most effective condition for us to have information about the problem and to produce a solution is to deal with the history of this problem in a comprehensive way. Believing this, in the first part of the article, which consists of two parts, first the origin of the Kurds and then the waves of nationalism, which is the main source of the issue, were mentioned and the Kurdish Trouble in the first years of the Turkey Republic was written. In the second part, the events and state policies that have taken place from the Demokrat Party Period to the present in the political history of Turkey are emphasized. The Kurdish Trouble is an issue that has been in front of us for years, and it has developed in the light of the policies implemented by the state in addition to the internal and external issues it has experienced at all times. In particular, the thoughts and practices of the government and even the opposition of each period on the subject are valuable for our understanding of the problem and have been carefully written. Since the study covers every year of the political history of Turkey with its two parts, the dates are kept in chronological order as much as possible, and the changes in power are specifically stated, it is not very difficult to understand and make inferences. After all these explanations, a conclusion was written for both parts of the article and a general evaluation was made of the problem.

Key Words: Republic of Turkey, The Kurdish Issue, Political History, Terror, Ethnic Nationalism, Kurdish Revolts, PKK


Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran

Türkiye halkına Türk milleti denir.

Mustafa Kemal Atatürk



Giriş

İran kökenli oldukları düşünülen ve Türkler henüz Orta Asya’dan Anadolu taraflarına gelmeden önce Zagros Dağları’nda yaşadıkları tahmin edilen Kürtler, Türkler ile yüzyıllar önce karşılaşmış ve günümüzde ayrılması mümkün olmayan gerek maddi gerek manevi bağlar kurulmuştur. Bu çerçevede gerek Anadolu’ya girişte gerek o bölgede devletleşirlerken hep beraber olmuş iki toplumdan bahsedilmektedir. Türkiye Selçuklu, Osmanlı İmparatorluğu ve elbette ki Türkiye Cumhuriyeti gibi devletler çatısı altında birlikte yaşamışlardır. Muhakkak ki güzel dönemler olduğu gibi büyük sorunların baş gösterdiği dönemlere de şahit olunmuştur. Şüphesiz bu dönemlerden en tartışmalı ve merak konusu olan dönem Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasi tarihidir. Bu dönemde kronik bir problem olarak gösterebileceğimiz Kürt Meselesi büyük tartışmalara sebep olmuştur. Tabii ki bu durumun ortaya çıkışı yani kaynağı bizim için büyük önem teşkil etmektedir. Bu sorunun asıl çıkış kaynağının 1789 tarihinde ulus devletlerin popüler olmasını sağlayan, milliyetçilik dalgalarının görülmeye başlanma sebebi olan Fransız İhtilali demek yanlış olmayacaktır. Bu dönem ve sonrasında hem sivil hem de etnik milliyetçilik adı altında iki çeşit milliyetçilik yayılmıştır. Bu etnik olarak tanımladığımızın daha çok Ortadoğu bölgesinde görülmesi de önemli bir detaydır. Dünya çapında yaşanan bu akımla birlikte çok uluslu devletler yıkılma sürecine girmiştir. Osmanlı Devleti de bu süreçten kötü anlamda etkilenmiştir. Birçok azınlık grup kendi devletlerini kurmak için çaba göstermiştir. Ortalığın iyice karışık olduğu dönemlerde bir de savaşa girilmesiyle işler iyice sarpa sarmaya başlamıştır. Artık sahneye çıkma sırası Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına gelmiştir. Bu vatanın kurtarılması için ellerinden geleni yapmışlardır. Türkler ile beraber ortak bir kaderin içerisine düşmüş olan Kürtler de Türklerin safında yer almıştır. Örneğin Ermeniler tam tersine 1915 yılında Osmanlı’yı tabiri caizse arkasından bıçaklamıştır. Böyle zorlu koşullarda birlik içerisinde Milli Mücadele yürütülmüş ve işler Lozan Antlaşmasına kadar gelmiştir. Zaten Kürtler ve Türkler arasındaki birlik ve beraberlik bu antlaşmanın imzalanmasından sonra resmen son bulmuştur. Osmanlı’nın yaşadığı sorunların tekrarlanmaması adına ve çağın gerektirdiği ulus devlet anlayışı doğrultusunda Türk etnik kimliğine dayalı bir devlet oluşturma gayretine girilmiştir. Bu süreçte devlet tarafından uygulanan politikalar Kürtlerin çoğu tarafından hoş karşılanmamış ve isyanlar ortaya çıkmıştır. Kürtlerin çıkardığı bu isyanlar Türkler ve Kürtler arasındaki bağın tam anlamıyla kopmasına sebep olmuştur. Bu doğrultuda devlet önlemleri artırmış ve durum askeri boyuta gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra ülkenin başına geçen İsmet İnönü, konuya özel bir ilgi göstermiş ve raporlar hazırlamıştır. Bu yaşanan dönemi Tek Parti Rejimi olarak tanımlayabiliriz. Bütün bunlar makalenin ilk bölümünde detaylı bir biçimde açıklanmıştır. Ardından Türkiye siyasi tarihi açısından önemli bir olay gerçekleşmiş ve Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Bu dönemde Kürtçü hareketler her ne kadar yumuşamış olsa da tamamen bittiğinden söz etmek mümkün değildir. DP’nin 10 yıllık iktidar sürecinde uygulanan politikalar sonucunda Kürt Meselesinin gerek siyasi gerekse terör nezdinde askeri boyuta gelmesinde etkin olan şahıslar yavaş yavaş yetişmeye başlamıştır. 1960’lardan 1980 yılına kadar üç adet askeri darbe yaşanmış olması bu 20 yıllık sürecin ne kadar çalkantılı olduğunu da gözler önüne sermektedir. Gerek iç siyasette gerekse dış politikada yaşananalar ülkeyi büyük sıkıntılara sokmuştur. Bu dönemde baş göstermeye başlayan Kürt kökenli illegal örgütler, devlete yavaş yavaş musallat olmaya başlamıştır. Bu örgütlerin başında da Kürdistan İşçi Partisi yani PKK gelmektedir. Özellikle PKK, Kürdistan kurma hayalleri üzerinden süreci askeri olarak yani boyutu teröre getirerek sonuca ulaşmaya çalışmıştır. Zaman zaman güçlenmiş ancak bazı dönemlerdeyse devletin ezici üstünlüğü altında kalmıştır. Amma velakin bu durum PKK’nın Türkiye içerisinde büyük problemler açığa çıkardığı gerçeğini değiştirmemektedir. Sonuç olarak Kürt Meselesi olarak tanımladığımız durumun oldukça ilginç bir tarihi vardır ve günümüzde düşünüldüğü üzere sadece PKK ile sınırlı değildir. Buna bağlı olarak Türkiye’de yıllarca uygulanan politikalar, konuyla bağlantılı olarak gelişen iç ve dış olaylar ve elbette ki günümüze kadarki PKK krizi makalenin ikinci bölümünde belirtilmiştir.



Kürtlerin Kökeni

Kürtlerin kökeni, nerede ortaya çıktıkları, nerede yaşadıkları hakkında hala tam olarak kesin bir sonuca ulaşılamamıştır. Bunun en büyük nedenlerinden biri bilindiği üzere Kürtlerin atalarının herhangi bir dine inanmaması ama daha da önemlisi hiçbir yazılı kaynaklarının olmamasıdır. Yani Kürtlerin kendilerine ait kayda değer tarihleri adına hiçbir yazılı kaynakları yoktur. Bunun sonucu olarak da Kürtlerin kökenine sadece farklı toplulukların veya uygarlıkların kaynaklarından ulaşılabilmektedir. Bunun yanında her geçen gün birbirinden farklı teoriler ortaya atılmaktadır. Misal kimi görüşlere göre Kürtler, Kafkasya bölgesindendir. Fakat bunlardan en kabul görmüş olanı muhakkak ki Kürtlerin Hint/İran yani Ari soyundan geldiğidir. Bu teoriye göre Kürtler önceleri İran bölgesinin doğusunda yaşamaktaydılar. Ardından yavaş yavaş belli koşullardan ötürü batıya doğru yani Zagros Dağları’na göç etmişlerdir. Göçten önce ise bölgede Kardu adı verilen bir topluluğun daha olduğu düşünülmektedir. Bu teze göre Kürtlerin, Ariler ve bu yerli halkın bir sentezi sonucunda ortaya çıkmış bir millet olduğu ortaya atılmıştır. Bunun dışında özellikle dil bilimcilerin yapmış olduğu araştırmalar ve bir takım Kürt aydın sebebiyle Kürtlerin İran kökenli oldukları düşünülmüştür. Bunun en büyük sebebi elbette ki Kürtlerin İrani bir dil konuşmalarıdır. Bunun yanında bazı milliyetçi Kürt aydınların İran/Med soyundan olduklarını iddia etmelerinden de kaynaklıdır. Bu iddia ile beraber aslına bakıldığı zaman Kürtlerin bir türlü kesinleşemeyen tarihi hakkında bir sonuca varılmaya çalışılmıştır. Kuzey Irak’ta yapılan kazı çalışmaları ise İslamiyet öncesi “Kürt ulus kimliği” oluşturmanın en büyük çalışmalarındandır. Fakat Gelişmiş İnsan Antropologların yapmış olduğu uzun çaplı DNA araştırmaları sonucunda Kürtler hakkında daha geniş çaplı bilgiler elde edilmiştir. Kürtlerin atalarının Zagros Dağı ve çevresi dışında Bereketli Hilal olarak da bilinen ve tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış olan Mezopotamya bölgesinde de bulundukları ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise Orta Asya bölgesinden gelmiş olan teşkilatlı gruplar neticesinde de İranileştirildikleri düşünülmektedir. Yani aslında Kürtlerin en eski soyu İran kökenli değildir. Asur kaynaklarından elde edilen bilgilerde ise Asurluların “Kurti” adında bir kavimle savaştığı bilgisi de mevcuttur. Yani aslında Kürtlerin bir bakıma eş zamanlı olarak hem Zagros hem de Kuzey Mezopotamya ve Doğu Anadolu bölgesinde bulunduklarından bahsedilebilmektedir. Kurti/Kurtie kelimelerinin günümüzde kullandığımız Kürt kavramına olan benzerlikleri de dikkat çekmektedir. Sümer kaynaklarında da buna benzer isimlerden bahsedilmektedir. Kürtlerin dini inançlarına baktığımızda ise tam olarak kesin bir bilgiye ulaşmamız yine pek mümkün değildir. Bazı görüşlere göre Zerdüştlük dinine mensup oldukları düşünülse de bu daha çok Perslere, Medlere ait bir inançtır. Kimi kaynaklarda ise Kürtlerin en eski atalarının herhangi bir dine mensup olmadığından da söz edilmektedir. Yine milliyetçi Kürt aydınlarının bir bölümü Yezidiliğin, Kürtlerin asıl inancı olduğunu belirtmiştir fakat bu bilginin doğru kabul görülebilmesi için yeterli belge yoktur. Sonuç olarak Kürtler Mezopotamya, Ortadoğu bölgesinde yıllardan beri genellikle göçebe biçimde bulunmuş bir millettir ve yıllar içerisinde birçok toplulukla gerek kültürel gerek dini etkileşim içerisinde bulunmuştur. En eski tarihleri hakkında yeterli belge ve kaynak olmaması nedeniyle Kürtler hakkında kesin bilgiye ulaşmamız pek mümkün değildir. Buna rağmen özellikle 20. yy ve sonrasında Kürt milliyetçiliğine bağlı olarak bir ulus yaratılmaya çalışılması ve bu hedefe ulaşmaya çalışanların ortaya koyduğu İslamiyet öncesi Kürtlerle alakalı kesin doğru sayılamayacak bilgiler mevcuttur.



Etnik Milliyetçilik Dalgaları ve Kürt Milliyetçiliği

19. yüzyılın başlarına kadarki haritaları incelememiz durumunda çok uluslu devletlerin çoğunlukta olduğunu fark etmemiz normaldir. Çok uluslu devletler kavramı bünyesinde birden fazla milleti, etnik grubu bunun sonucunda da birçok farklı dili ve kültürü barındırmalarından kaynaklı verilmiş bir isimdir. Bu çok uluslu devletlerden bazıları Avusturya-Macaristan, Çekoslovakya, Sovyetler Birliği ve en yakından tanıdığımız Osmanlı İmparatorluğudur. Yüzyıllar boyunca gerek kültürel, dini, politik gerekse ideolojik olarak kısıtlanmış ve baskı altına alınmış halklar 18. yüzyılda uyanışa geçmeye başlamışlardır. 19. yüzyıl ile beraber milliyetçilik dalgaları iyice yayılmıştır. Elbette ki milliyetçilik dalgalarının yayılmaya başlamasındaki en büyük olay 1789 yılında gerçekleşmiş olan Fransız Devrimi’dir. Bu olay ile birlikte çok uluslu devletler yıkılmaya başlamış ve yerlerini ulus devletlere bırakmışlardır. Yaşanan milliyetçilik hareketlerinin olumlu yanları olduğu gibi olumsuz yönleri de mevcuttur. Mesela halkların kendi kaderlerini tayin haklarına sahip olmaları yani bağımsız olmaları olumlu bir durumdur. Ancak bunun yanında yaşanan saldırgan, yayılmacı milliyetçilikler ise tarihte birçok savaşa ve sıkıntıya zemin hazırlamıştır. Milliyetçilik kavramının tanımına baktığımızdaysa kesin tek bir tanımının yapılamadığı göze çarpmaktadır ancak milletle alakalı olduğu aşikârdır. İngiliz yazar ve tarihçi Eric Hobsbawm’ın da savunduğu gibi milletler milliyetçiliği değil, milliyetçilik milletleri oluşturur.

Milliyetçilik kavramı kısaca böyledir ve bu şekilde yayılmıştır. Ancak odaklanılması gerken konulardan biri de tarihçi Hans Kohn’un üzerinde çokça çalıştığı milliyetçilik türleridir. Hans Kohn’un tasniflerine göre iki çeşit milliyetçilik bulunur: Sivil ve Etnik milliyetçilik. Sivil milliyetçilik veya bir diğer adıyla uygarlıkçı milliyetçilik birleştirici bir rol oynar. Etnik milliyetçilik ise belli etnisitelerin yani etnik grupların bir millet yaratması ve o millete ait bağımsız bir devlete sahip olma iddiasıdır. Etnik milliyetçilik, kendilerini belli bir bağ bağlamında tanımlayan halkların tarihsel varlıklarına vurgu yaparak öne çıkarmasıyla gerçekleşir. Sivil milliyetçilikten farklı olarak ayrıştırıcı bir rol oynar. Eğer bir etnisite egemenlik talep eder veya kazanırsa sadece bir etnik grup olmaktan çıkar ve bir millet olur. Egemenlik talebinde ve sonucunda bir millet olmada muhakkak milliyetçilik önemli bir rol oynar. Bütün bunların yanında dikkatli incelendiğinde Batı’da daha çok sivil, Doğu ve özellikle Ortadoğu bölgesindeyse etnik milliyetçilik anlayışı ağırlıktadır. Belki de Ortadoğu’nun başının bir türlü beladan kurtulmamasının sebeplerinden birinin de bu olması şaşırtıcı olmayacaktır.

Şimdi de her şeyi daha rahat algılayabilmemiz adına Kürt sorununun ortaya çıkışındaki ana konulardan biri olan Kürt Milliyetçiliğini anlamak gereklidir. Kürt milliyetçiliği diğer toplumlara kıyasla daha geç oluşmuştur. Bunun başlıca sebeplerinden biri devletlerin Kürtler ile kurmuş olduğu ilişkiler ve Kürtlerin siyasal, sosyal aynı zamanda sınıfsal yapılarından kaynaklıdır. Günümüzde modern dünyanın örgütlenme biçimi millet olmaktır. Fakat günümüzde bile bazı millet altı örgütlenme çeşitleri görülmektedir. Bunların başlıca türlerinden biri Kürtlerin aşiret örgütlenme biçimidir. Bu örgütlenme sisteminde akrabaların birbirlerine karşı sorumlulukları vardır. Kürtler aslına bakıldığı zaman uzun süredir bu sistemle yaşamaktaydılar. Fakat özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında bağımsızlık ve Kürdistan gibi kavramlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Hatta yaşanan her isyan ile birlikte bu söylemler artmaya devam etmiştir. Aslında 19. yüzyıl ile beraber direkt Kürt milliyetçiliğinden çok Kürt Milli Bilinci oluşmaya başlamıştır. Bunun daha gelişmiş ve kapsamlısı Kürt Milliyetçiliği olarak adlandırılmaktadır. Kürt milli bilinci özellikle 1840’lı yıllarda yaşanan Mir Bedirxan veya bir diğer adıyla Bedirhan Bey hareketleriyle gelişmeye başlamıştır. Bedirhan Bey o zamanlarda otorite boşluğu içerisinde olan Botan Emirliğinin başına geçmiştir. Bu dönem Osmanlı İmparatorluğunun bölgesel otoritelere son vermeye çalıştığı zamanların başını kapsamaktadır. Bedirhan Bey başta olduğu dönemlerde Kürtlere itaat etmeyen diğer Kürt Beylikleri ve bölgedeki Hristiyan toplulukları olan Nasturiler başta olmak üzere baskı uygulamış hatta seferler yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun savaşlarda olmasını fırsat bilerek o dönemde aslında günümüzde konuşulan Kürdistan hayalinin kuzey bölümünün bir nevi temellerini atmıştır. Ancak ihanete uğraması sonucu Osmanlı tarafından yenilgiye uğramıştır. Sonuç olarak bu zamanlarda bunun gibi birçok girişim yaşanmıştır. Ama fark edilebileceği üzere Kürt milliyetçiliği dini ve aşiretsel bağların çerçevesinde gelişmektedir. Bu girişimler zamanla gelişmiş ve günümüze kadar kitlesel bir hal almışlardır. Bu kitleselleşmeyi derin bir biçimde algılayabilmek için her bir dönemi detaylıca incelememiz şarttır.

Sonuç olarak bakıldığı zaman, Türkler ve Kürtler bunca senedir birlikte yaşayan iki topluluktur. Kürtlerin yapılan araştırmalar neticesinde kesin olmasa dahi zaten bu bölgede olduklarını tahmin edersek ve Türklerin de 10. yüzyıl dolaylarında Batı’ya yaptıkları göçler esnasında İran taraflarından da geçmeleri ve zamanla Anadolu’ya girmeleri bu iki topluluğun etkileşimini zorunlu kılmıştır. Türklerin ilk defa Horasan bölgesinde Büyük Selçuklu Devleti olarak teşkilatlanmaları ve sonralarında Anadolu’ya yapılan yerleşme akınları esnasında da Kürtler ve Türklerin ortak çatıda toplanmış olabileceği de bir ihtimaldir. Hatta kimi kaynaklara göre 1071 yılında Bizans’a karşı yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Kürtlerin de destek amaçlı savaşmış olabileceği gerçeği mevcuttur. Yani sonuç olarak en geç Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan bu yana Kürtler ve Türkler birbirini tanımaktadır.



Türkiye Siyasi Tarihi’nde Kürt Meselesi: 1919-1950


Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Kürt Meselesi: 1919-1938

Osmanlı’nın yıkılma sürecine girmesi ve Anadolu’nun işgaliyle beraber Türkler ve Kürtler ortak bir kaderin içine düşmüştür. Milli Mücadele sürecinde birleştirici bir yurtseverlik anlayışı hâkimdi. Herkes dili, etnisitesi, dini ne olursa olsun düşmanı Anadolu topraklarından atabilmek için topyekûn bir mücadele sürdürüyordu. Olabildiğince etnik kimlik tartışmalarından kaçınılmaktaydı. Örneğin TBMM’de alınan bazı kararlarda sadece Türklerden bahsedilmesiyle bu topraklarda farklı etnik grupların bir arada yaşadığını hatırlatıp, alınan kararın düzeltilmesi önemli bir detaydır. Hatta Meclisin 6 Mart 1923 oturumunda Yusuf Ziya, Kürt olduğunu fakat Türk Devletinin kuruluşunu ve devamlılığını desteklediğini açıklamıştır. Yani bir bakıma Osmanlı döneminde iyice patlak vermeye başlayan Kürt Meselesi, Milli Mücadele sürecinde biraz olsun dinmiş ve birlik havası yaratılmıştır. Burada bu birliğin sağlanmasında muhakkak ki Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün katkısı yadsınamaz derecede büyüktür. Mesela, Mustafa Kemal’in, Anadolu’ya geçtikten sonra, Amasya’dan Kazım Karabekir Paşa’ya çektiği telgrafta şöyle demektedir: “Ben Kürtleri ve bir öz kardeş olarak tekmili milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu cihana göstermek karar ve azmindeyim.” sözüyle yeni kurulacak olan devlette Kürtleri de düşündüğünü ve önemsediğini göstermektedir. Ocak 1924’te Mustafa Kemal yaptığı basın toplantısında devlet teşkilatlanması hakkında kendi yaklaşımını şöyle özetlemektedir:

“Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türlüğü ve Kürtlüğü mahvetmek gerekir... Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşturulacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir... Şimdi TBMM hem Kürtlerin, hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir.”

Bu açıklama Kürtlerin ve Türklerin ayrılmayacağından bahsetmektedir ve bu iki toplumun birlik beraberliği için oldukça önemli bir açıklamadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tescili konumunda bulunan Lozan Antlaşmasında bile bir Kürt temsilciyle gidilmiştir. Lozan görüşmelerinde İsmet İnönü başta olmak üzere diğer temsilciler de Kürt-Türk birlikteliğinin öneminin altını daima çizmişlerdir. Peki, o zaman neden günümüzde Kürt Meselesi gibi büyük bir sorun ile karşı karşıyayız?

Bu sorunun temelleri Lozan Antlaşmasının yani yeni kurulan devletin tescillenmesinden sonra başlamıştır. Kurucu kadronun ideolojik olarak değişikliğe gitmesiyle her şey değişmiştir. Dikkatle incelendiği zaman Osmanlı Devletini bitiren en temel unsur hatırlayacak olursanız ülkedeki çok kültürlülük, çok ulusluluk durumudur. Bunun farkında olan kurucu kadro yeni kurulmuş olan devletin çağın getirmiş olduğu ulus devlet anlayışını benimsemesi gerektiğini düşünmüştür. Bu çerçevede bölgedeki yapısını korumaya çalışan halk ile kontrolü elinde tutmak isteyen merkez arasında gerilimler yaşanmıştır. Osmanlı’da olduğu gibi çok fazla etnik grubun bir arada bulunması Türkiye Cumhuriyeti’nin devamlılığı için bir problem teşkil edebilirdi. Bu sebeple devlet ideolojisi Türk milli kimliğine dayalı bir anlayışa kaymıştır. Böylelikle etnik yanı ağır basan bir Türk Ulusu yaratılmıştır. Bunu anayasadaki, Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür, maddesi ile anlayabiliriz. Farklı etnik gruplar kaynaştırılmaya ve Türklük çatısı altında birleştirilmeye çalışılmıştır. Böylelikle beklediklerini bulamayan Kürtler, elbette ki tamamı değil, doğu başta olmak üzere birçok noktada isyanlar çıkarmışlardır. Bu isyanlar fırsat bilinerek sonucunda daha da ağır Türk etnisitesine bağlı çağdaş ve laik devlet anlayışı hâkim olmuştur. Yani anlaşılabileceği üzere diğer etnik gruplar dini açıdan değil fakat ırksal açıdan dönemin şartları altında mecburi olarak kısıtlanmıştır. Cumhuriyet’in yeni kurulduğu dönemde baskıcı ve merkeziyetçi bir anlayış mevcuttu. Bu baskıcı anlayış günümüzde oldukça anormal görülse dahi bugünün şartlarına göre değil o dönemin şartlarına göre değerlendirilmesi önemlidir. Bakıldığı zaman yüzyıllardır süre gelen bir İmparatorluğun birçok neden içerisinden etnik milliyetçilik sebebiyle de yıkılmış olması, Anadolu’nun neredeyse kaybedilmesi, yeni bir devletin kuruluşu ve bekasının korunma gerekliliği kurucu kadroyu böyle bir baskıcılığa sevk etmiştir.



Cumhuriyet Dönemi Doğu İsyanları: 1925-1938

Şeyh Said İsyanı

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi olarak 29 Ekim 1923’te kurulmasıyla ve izlenen politikalar sonucunda Doğu’da birçok isyan ortaya çıkmıştır. Küçük çaplı ve çabuk dindirilenler olduğu gibi oldukça büyük çaplı ve devlet nezdinde problem yaratanlar da vardır. Bunların başında şüphesiz 13 Şubat 1925 yılında Cumhuriyet’in kuruluşundan henüz çok zaman geçmeden çıkan Şeyh Said isyanı gelmektedir.

Şeyh Said birçok aşirete ve cemiyete liderlik eden bir şahıstır. Bu sebepten ötürü özellikle Zazalar ve Kürtler içerisinde saygınlığı bulunmaktaydı. Şeyh Said’i tanıyan bazı kişilerin söylediğine göre siyaset ve hükümet işlerine hiç bulaşmadığı bilinmektedir. Aynı zamanda Şeyh Said’in 60’lı yaşlarda gayet varlıklı bir durumda olmasına karşın niçin böyle bir isyana karıştığı da merak konusudur. Bazı teorilere göre Cumhuriyet’e karşı emelleri bulunanların Şeyh Said’in toplum içerisindeki otoritesinden yararlanmış olabilecekleridir. Bu teorilerden biri yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne Musul, Kerkük, Hatay gibi bölgelerin verilememesi için İngiliz ve Fransızların bölgede karışıklık yaratmak suretiyle bölgedekileri isyana teşvik etmeleri olabilir. Bir diğer düşünce ise Büyük Ermenistan Devleti’ni kurmak isteyenlerin bölge halkını dini meseleler ile galeyana getirip isyana zemin hazırlamış olabilecekleridir. Fakat en makul olan teorilerden biri Osmanlı’nın yıkılmasıyla beraber bağımsızlık için uğraşan Kürt aşiretlerinin ve özellikle bu amaç için kurulmuş olan Kürt Teali Cemiyeti’nin faaliyetleridir. Irak’ın kuzeyi ve Doğu Anadolu’nun belli bir kısmını kapsayan Kürdistan hayalleri bulunanların olması ve isyanların çıktığı bölgenin konumu bu inanışı desteklemektedir.

Cumhuriyet’in kuruluşu ve hilafetin kaldırılması Kürt Teali Cemiyet’i için bir fırsat doğurmuştur. Bu cemiyetin bazı liderleri çevre halka dinin elden gittiği gibi yalan yanlış haberler yaymışlardır. Bunları duyan başta Şeyh Said olmak üzere ve diğer aşiret liderleri de isyanın kaçınılmaz olduğuna inanmaya başlamışlardır. Böylelikle derhal isyan çalışmaları başlamıştır. Şeyh Said çevre bölgelere giderek Cumhuriyet aleyhine fetvalar yayınlamıştır.

Günlerden bir gün altı askerin kaçarak Şeyh Said’e sığınması ve jandarma ekiplerince bunun haberinin alınmasıyla birlikte silahlı çatışma çıkmıştır. İşte tam da bu an isyanın başlangıcı konumundadır. İsyan başlangıcıyla diğer aşiret liderlerine haber gitmiş ve çevre bölgeler olan Elazığ, Erzincan, Bingöl, Muş ve Diyarbakır’ın da isyan katılması sağlanmıştır. Ayaklanmacılar hükümete isyan ettiklerini bildirmişler ve bölgenin telgraf hattını kesmişlerdir. Ardından bir karakolu basarak jandarmaları esir almaları, sonrasında vali konağını basmaları ve Şeyh Said’in Ziraat Bankası şubesindeki paralara el koymasıyla işler daha da kızışmıştır. İsyan haberini alan Mustafa Kemal Atatürk, derhal isyanın bastırılması talimatını vermiştir. İsyanı bastırmak amacıyla yola çıkan Kazım İnanç Paşa, ordusuyla beraber isyanın başladığı noktada isyanı dindirse de bir süre sonra geri çekilmek zorunda kalmıştır. Gönderilen ek birliklerin de ayaklanmacılar tarafından esir alınmasıyla, sayılarının beklenenden daha fazla olduğu anlaşılmıştır.

Cumhuriyetçi aşiretlerin ve Erzurum’dan gelen ek birliklerin desteğiyle isyancıların sayısı büyük ölçüde azaltılmıştır. Şeyh Said diğer aşiretlerden ek destek alamayınca isyancılar iyice güç kaybetmeye ve sıkışmaya başlamıştır. Bir süre sonra ordu isyancıların tamamına son vermeyi başarmıştır ancak bu isyanın başrolü Şeyh Said ve yönetici kadro yakalanamamıştır. Bölgeden kaçarak saklanan Şeyh Said İran’a nasıl kaçabileceğini düşünürken isyancılardan biri olan Kasım Ataç, Şeyh Said’in yerini güvenlik güçlerine bildirmiştir. Bunun sonucunda yakalanan Şeyh Said ve kafilesi Diyarbakır’da yargı önüne çıkarılmıştır. Verdiği ifadelerde amacını şeriat düzeni kurmak istediğini dile getiren Şeyh Said idam edilmiştir ve birkaç gün içerisinde isyan tam anlamıyla bitirilmiştir. İsyanın dindirilmesinde yeterli özeni göstermediği gerekçesiyle de Başbakan Fethi Okyar görevden alınarak yerine İsmet İnönü getirilmiştir.



Ağrı İsyanları

Şeyh Said İsyanının bastırılmasından henüz 1 yıl geçtikten sonra bu defa da Ağrı İsyanları ortaya çıkmıştır. Başbakanlık koltuğuna oturan İsmet İnönü Doğu Anadolu vilayetlerinde asayişin sağlanabilmesi adına birçok faaliyette bulunmuştur. Mesela aşiretlerin silahsızlandırılması, dağıtılması bunlara örnektir. Bütün bunlara rağmen bölgede asayişi sağlamak pek de kolay bir durum değildir. Şeyh Said isyanında baş göstermiş isyancıların çoğu yakalanmış ve darağacıyla cezalandırılmıştır. Fakat kaçabilenler de mevcuttur ve çoğu Ağrı Dağı’na sığınmıştır. Bir gün bu eşkıya gruplarından bir tanesinin Ağrı’ya bağlı bir köyden bir miktar hayvan çalması ve bunun sonucunda jandarma ekiplerinin harekât düzenleme tarihi olan 16 Mayıs 1926, Ağrı İsyanlarının başlangıç tarihidir. Yapılan askeri harekâtlar sırasında diğer eşkıya gruplarının da çatışmaya dâhil olması sonucu jandarma ekipleri geri çekilmek durumunda kalmışlardır. Bu geri çekilmeyle birlikte ek destek kazanma şansı bulan isyancılar, özellikle Kürt siyasetçi İbrahim Heski ve adamlarının onlara katılmasıyla iyice moral bulmuşlardır.

Başarısız sonuçlanan harekât sonucu yeni ve kapsamlı bir harekât planı oluşturulmuştur. Böylelikle 16 Haziran 1926 yılında 1. Ağrı Harekâtı başlamıştır. Bu harekât süresince isyancılar büyük zayiat yaşamıştır. Her ne kadar isyancılara büyük zayiat verildiyse de isyanın liderleri ve yönetici kadroları kaçmak suretiyle İran sınırını geçmeyi başarmışlardır. Elbette ki bu şahısların sınırı rahat geçmesindeki en temel hususlardan biri o dönemde İran hükümetinin hem İngiliz teşviki altında bulunması hem de isyancılara verdiği destekten ötürüdür.

İsyanın yönetici kadrosu yaklaşık bir yıl aradan sonra yeniden sınırı geçerek Ağrı bölgesinde toplanmaya başlamıştır. Bunun haberini alan 3. Ordu Müfettişliği kesin bir çözüme ulaşmak maksadıyla 13 Eylül 1927 yılında 2. Ağrı Harekâtını başlatmıştır. Bu harekât isyancılarda büyük kayıplara vesile olsa da yine bir takım şahısların İran sınırından kaçması engellenememiştir. Bu şahıslar zaman zaman Türk sınırını geçerek yağma hareketlerinde de bulunmuşlardır.

En sonunda TBMM’nin olaylara el atma mecburiyeti oluşmuştur. Bölgedeki isyan hareketlerini kırabilmek adına aynı yıllarda Nakil Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanuna göre isyana ve isyancılara destek vermiş ve verebilecek potansiyeldeki aile, örgüt ve aşiretlerin farklı noktalara yerleştirilmesine dayanan bir yasadır. Bu durumu inkâr eden belli aileler oldukları yerde kalmak istedilerse de yakın zaman içerisinde başlayan kıtlıkla beraber can kayıpları yaşanmıştır.

Irak, Suriye, İran topraklarına kaçmış olan başta Kürt aşiret liderleri, Büyük Ermenistan hayali içerisindeki Ermeni milliyetçileri ve Kürt milliyetçisi İhsan Nuri Bey Lübnan’da bir araya gelerek Hoybun Kürt Milliyetçi Örgütü’nü kurmuşlardır. Bu örgütün başlıca amacı bağımsız Kürdistan devletinin kurulmasını ve Kürt silahlı birliğinin kurularak askeri faaliyetleri tek bir çatı altında toplanabilmesini sağlamaktır. Bu örgütlenme Ağrı bölgesinde tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş yani Ağrı Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Ağrı Cumhuriyeti’nin başına İbrahim Heski, ordunun başına ise İhsan Nuri getirilmiştir. Hoybun Kürt Milliyetçi Örgütü, Milletler Cemiyetine başvurarak tanınma talebinde bile bulunmuştur. Hatta tek taraflı bağımsızlık ilan etmiş bu kuruluş birçok Avrupa ülkesinde temsilcilik dahi açmıştır.

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve Başbakan İsmet İnönü’nün Fransa ve İngiltere’ye ilettikleri bu örgütlenmenin durdurulması talebi ret cevabı almıştır. Fransa ve İngiltere bu örgütlenmenin legal olduğunu ve durdurulamayacağını açıklamıştır. İşlerin yolundan iyice çıktığını fark eden Türkiye Cumhuriyeti mecburen Ağrı Cumhuriyeti örgütlenmesiyle diplomatik görüşmelerde bulunmuştur. Fakat bu görüşmeler herhangi bir neticeye ulaşamamıştır ve isyancılar yaptıklarında ısrarcı davranmışlardır.

Takvimler 9 Mayıs 1928’i gösterdiğinde TBMM Af Kanunu’nu çıkarmıştır. Bu Kanun bu döneme kadar çıkarılan bütün isyanlar hakkında genel bir af dile getirmesinden ötürü Ağrı Cumhuriyet’i çerçevesindeki bazı isyancılar teslim olmuşlardır. Her ne kadar teslim olanlar olduysa da isyan tam anlamıyla bitirilememiştir.

Bunu fırsat bilerek 1929 yılında bir harekât planlanmıştır ancak tam da o yıl başlayan ve bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz bir diğer adıyla Büyük Buhran sebebiyle gerekli bütçe sağlanamamıştır. Sonuç olarak harekât 1930 yılına ertelenmiştir. Bunu gören isyancılar yağma hareketlerine hız vermişlerdir. Aynı zamanda Diyarbakır ve çevre şehirlerde de Ağrı İsyanına destek hareketleri başlamıştır.

1929 yılının sonlarına doğru Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak bir araya gelmiş, büyük bir askeri operasyon planının temellerini atmaya başlamışlardır. Bu dönemde yavaş yavaş çevre bölgelere karargâhlar kurulmuş ve askeri mühimmat taşınmıştır.

7 Eylül 1930 günü başlayan askeri harekât sonucu birçok isyancı teslim olmak durumunda kalmış ve geriye kalanlar ise öldürülmüştür. 14 Eylül 1930 tarihinde yaklaşık 4 yıllık isyan sonunda dindirilmiş, Ağrı Cumhuriyet’i yıkılmış ve askeri harekât da sona ermiştir. Fakat bu isyan Türkiye Cumhuriyeti’ne pahalıya patlamıştır. İsyanın dindirilmesi için harcanan bütçe Türkiye’nin yıllık bütçesinin yaklaşık iki katına tekabül etmektedir. İsyanın sebebini bulmaya çalıştığımızda ise isyancıların izlediği politikaların incelenmesi gerekmektedir. Ve görüleceği üzere Ağrı İsyanlarındaki temel sebep bağımsız bir Kürdistan kurma emmeleridir. Sonrasında Türkiye Cumhuriyeti isyanların önünü kesebilmek adına İran ile Hudut Komisyonu’nu oluşturmuştur. İki devlet arasında yapılan anlaşmaya göre Ağrı Dağı’nın tamamının kontrolü Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin eline geçmiştir.



Dersim İsyanı

Cumhuriyet’in ilanından sonra yaşanan bir büyük isyan da Dersim İsyanı veya bir diğer adıyla Dersim Katliamıdır. 1937 yılında başlayan bu isyanın amacı kontrolün Türkiye Cumhuriyeti’nden aşiretlere geçirmeyi sağlamaktır. Yani kısaca özerk bir yönetim oluşturma çabası mevcuttur. Osmanlı döneminde de bu bölgede bolca isyan ve özerk yönetimler kurma çabası görülmüştür.

Dersim bölgesi aslına bakıldığı zaman günümüzde Tunceli başta olmak üzere çevre illerin de bir kısmını kapsayan bir bölgedir. Bu isyanın sebepleri arasında her ne kadar Kürdistan Devleti kurmak olsa da bir sebep de 1. Dünya Savaşında Kürt aşiretlerinin Kafkasya cephesinde ve Kurtuluş savaşında verdiği mücadeleye ithafen verilen sözlerin yerine getirilmemesidir. Verilen mücadeleler sonucunda başta Seyit Rıza ve diğer aşiret liderleri olmak üzere Osmanlı Devleti tarafından bu şahıslara bir takım topraklar verilmiştir. Fakat Osmanlı’nın yıkılması, yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve Kürt aşiret liderleriyle yaşanan ideolojik çatışmaların olmasıyla işler isyan boyutuna gelmiştir. Git gide Türkiye Cumhuriyeti ve Seyit Rıza’nın arası açılmıştır. İlk anlaşmazlık 1921 yılında yaşanan ve kolayca bastırılan Koçgir isyanıdır. Bu isyanda kurtulmayı başaran bazı isyancılar Dersim bölgesindeki Seyit Rıza’ya sığınmışlardır. Türkiye hükümeti isyancıların teslim edilmesini istediyse de Seyit Rıza buna izin vermemiştir. Bundan birkaç sene sonra çıkacak olan Dersim İsyanının ise özellikle bu kaçan isyancılar tarafından temellerinin atıldığı bilinmektedir.

O dönemde Doğu vilayetleri merkeze olan uzaklıkları ve coğrafi durumlarından ötürü merkezi otoritenin kolaylıkla sağlanamadığı bir yer konumundadır. Bu sebeple yönetimde daha çok aşiret liderlerinin ve şeyhlerin bulunması şaşırtıcı değildir. Dönemin Türkiye hükümeti bu alanda merkezi otoritenin ve asayişin sağlanabilmesi için belli faaliyetlerde bulunmuştur. Bunu gören Seyit Rıza ve aşiret liderleri bu durumdan rahatsızlık duymaya başlamışlardır. Yapılan faaliyetler arasında Dersim bölgesi hakkında kanun çıkarmak ve 4 Ocak 1936 tarihinde bölgenin adının Tunceli olarak değiştirilmesi vardır. Alınan bu kararlar bölge halkında huzursuzluğa yol açmıştır. 1937 yılına gelindiğinde alınan kararların iyice uygulamaya girmesiyle ayaklanma hareketleri hız kazanmıştır.

Bir rivayete göre bölgeye kurulacak olan bir jandarma karargâhı için orada bulunan bir jandarmanın bir kadına tecavüz teşebbüsünde bulunması ve bunun sonucunda bir köylü tarafından öldürülmesi durumu söz konusudur. Durumu haber alan askeri birliklerin bölgeye intikal etmesi ve köylünün teslim edilmesini istemeleri sonucu Kamer Ağa isimli şahsın buna engel olması olayların iyice büyümesine sebebiyet vermiştir.

21 Mart 1937 yılına gelindiği zaman isyancıların Erzincan ve Dersim arasındaki iki köprüyü yıkmasıyla ayaklanma resmi olarak başlamıştır. Olaya müdahale etmeye gelen birliklere ateş açılmış ve bölgeye girmelerine izin verilmemiştir. Seyit Rıza önderliğinde ilerleyen isyancılar iletişim yollarını kısıtlamak maksadı ile bölgenin telgraf hatlarını kesmişlerdir. Bu hamle sonrası isyan bölgesi içerisinde bulunan 3 adet karakola baskınlar düzenlenmiştir. Karakollarda bulunan birçok Türk askeri, baskınlara hazırlıksız yakalanmaları sebebiyle fazlasıyla kayıp vermiştir.

Başbakan İsmet İnönü TBMM’de yaptığı konuşmada bölgenin kalkındırılması için elden gelen her şeyin yapıldığını fakat aşiretlerin buna engel olduğunu, bu sebeple askeri harekâtın zorunlu hale geldiğini dile getirmiştir. Yapılacak olan ilk harekât 4 Mayıs 1937’de Mustafa Kemal Atatürk tarafından planlanmıştır. Harekât isyancıların teslim olmayışı ile beraber hız kazanmaya çalışsa da bölgenin coğrafi koşulları ordunun Dersim’e girmesini bir hayli zorlaştırmıştır. Kısacası isyancıların gösterdiği direnişle beraber ilk askeri harekât başarısız sonuçlanmıştır. Bunun sonucunda büyük motivasyon bulan isyancılar silahlanmaya devam etmişlerdir. General Abdullah Alpdoğan komutasında düzenlenen ikinci askeri harekâtın da başarısızlıkla sonuçlanması bir hava harekâtının gerekliliğini gözler önüne sermiştir.

Hükümet tarafından onaylanan bu hava harekâtı 3 adet Fransız tipi uçakla düzenlenmiştir. Hatta bu uçakları kullananlardan biri de dünyanın ilk kadın savaş pilotu unvanı ile tanınan Sabiha Gökçen’dir. Yapılan bombardıman sonucu isyancılara büyük zayiat verilmiştir. Harekât sonrası hükümetin Seyit Rıza’ya teklif ettiği Erzincan’daki barış toplantısı için yola çıkan Seyit Rıza, henüz Erzincan’a varmadan askerler tarafından ekibiyle birlikte tutuklanmıştır. Haberi alan isyancılar her ne kadar bir süre daha direnmeye yeltendiyseler de Türk askeri bir yolunu bularak Dersim sınırlarına girmeyi başarmıştır. Ekim 1937’ye gelindiğinde ise isyancıların çoğu teslim olmuş, isyanlar yerini küçük çaplı çatışmalara bırakmıştır.

Seyit Rıza ve oğulları ise yargı önüne çıkmış ve idam cezasına çarptırılmışlardır. İsyan son bulduktan sonra da bir süre devam eden askeri harekâtlar sonucunda maalesef ki çoğunlukla sivil halk zarar görmüştür. Çoğu hayatını kaybetmiş, sağ kalanlar ise zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. İsyan hakkında yapılan bir takım araştırmalar sonucu belgelerden isyancılara İngilizlerin de destek verdiği ortaya çıkmıştır.

Sonuç olarak aslında Kürtler ve Türkler incelendiğinde Kurtuluş Savaşı yani Milli Mücadele yıllarında olabildiğince birlikte hareket etmeye çalışmış iki toplum görmek mümkündür. Fakat savaş esnasındaki birliğin zaman içerisinde karşılıklı olarak bozulması neticesinde günümüzde üzerine sıkça tartışılan Kürt Meselesi tam anlamıyla ortaya çıkmıştır. Türkler başından itibaren, en büyük hedeflerden biri olan Misak-ı Milli sınırlarında dahi Kürtleri unutmamıştır. Hatta Kürtlere savaştan sonra belli çapta bir özerklik verilebileceği bile konuşulmuştur. Özellikle Wilson Prensiplerinin Kürtlere “muhtariyet” tanımasına karşılık ve Kürt Teali Cemiyet içinde örgütlenen aydınların ulusal talepleri Mustafa Kemal’i özerklik vaadine sürüklemesi ihtimal dâhilindedir. Ancak sonradan tüm planlara değişmiş ve tam tersine bir Türkleştirme politikasına geçiş yaşanmıştır. Bu uygulanan politikaların sebeplerinden birinin de Musul ve Kerkük'ün alınamamış olması muhtemeldir. Aynı zamanda ülke dışındaki Kürtlerin, sınırlar dâhilindeki Kürtleri de ayaklandıracağı korkusu ile baskı ve hâkimiyet politikalarına başvurulması anlaşılabilir bir durumdur. Kürtler de görüldüğü üzere öylece durmamışlardır. Kendi içlerinde belli bir birlikleri veyahut merkezi yapıları olmamasından dolayı aşiret grupları etrafında, kendi menfaatleri amacıyla özellikle 1925-1938 yılları arasında ayaklanmış veya ayaklandırılmışlardır. Böyle ayrılıkçı tutum sergileyen Kürtler, bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni büyük sıkıntılara sokmuş ve iki toplum arasındaki iplerin büyük anlamda kopmasına sebebiyet vermişlerdir.



İsmet İnönü ve Kürt Meselesi: 1923-1950

İsmet İnönü de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu kadrosunda bulunmasından ötürü bu meseleyle yakından ilgilenmiştir. Lozan Antlaşmasında Türk Heyeti’nin başkanı olarak görev yapmış, Cumhuriyet Halk Fırkasının genel başkan vekili olmuş, bürokratlık, diplomatlık faaliyetlerinde bulunmuş ve elbet Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşlarından biri olması sebebiyle devlette oldukça önemli bir rol oynamıştır. Bu görevleri yerine getirirken her daim gündemde bulunan Kürt-Türk tartışmalarıyla da iç içe olmuştur. Zamanla devletin bu mesele hakkında değişen politikalarıyla beraber, yaptığı çalışmalar zamanla değişkenlik göstermiştir. İsmet İnönü Dönemi’ ve Kürt Meselesi başlığını Lozan Antlaşması’nın görüşmelerinin yapıldığı zamandan başlatmak önemlidir çünkü Lozan Görüşmelerinde Türk Heyeti başkanı olarak Kürt Meselesinden sıklıkla söz etmiştir. Konuşmaları esnasında Kürtler ve Türklerin ortak bir kader içinde olduğundan, tarihlerinden, kültürlerinden, yakınlıklarından bahsetmekten geri durmamıştır. Hatta Lozan’da İsmet İnönü’nün sürdürdüğü bu politika, Kürt-Türk dayanışmasının son bölümü olarak adlandırılabilir. İsmet Paşa, bu dayanışmayı ileriki yıllarda yazacağı hatıralarında şöyle açıklamıştır:

“Sevr Muahedesi ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Muahedesi hükümlerine göre, Doğu Anadolu' da Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa doğuda Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra, Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler Ermeniler gibi Lozan'da gelip bize müracaat etmediler. Hatta biz Lozan'daki konuşmalarımızda, milli davalarımızı "Biz Türkler ve Kürtler" diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik.”

Aslında 1. Dünya Harbi zamanlarında başta Kürt Teali Cemiyeti olmak üzere baskın Kürt milliyetçiler bulunmaktaydı. Bu gruplar zaman zaman Doğu Vilayetlerinde bağımsız Kürdistan kurma şansı yakalamışlardır. Özellikle Osmanlı Devleti’nin çöktüğü zamanlarda bu ihtimal çok artmıştır. Fakat Sevr Antlaşması’nda aynı bölgede bir Ermenistan devletinin de kurulmasını öngören hükümlerin bulunması, İnönü'nün de hatıralarında bahsetmiş olduğu Türk-Kürt dayanışmasını sağlamıştır. Yani Doğu Anadolu'da bir Ermeni devletinin kurulması ihtimaline karşı bu birlik durumu oluşmuş veya güçlenmiştir. Bunun yanı sıra Musul ve Kerkük’ün dış güçlerin elinde kalması korkusu ile bu iki toplum yine birlikte hareket etmiş ve Kürtler de Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmışlardır. Bütün bu Milli Mücadele dayanışmasıyla beraber İnönü, Kürtlerin kaderlerini Türkiye'nin kaderine bağladığını iddia etmiştir. Fakat dönemin İngiliz hükümeti, Kürtlerin Türkler ile yaşamak istemediğini savunmuş ve Kürtlere özerklik vaadi vermiştir. İsmet Paşa ise İngiliz hükümetinin bu vaadine karşı, hükümette Kürtlerin Türklerle beraber ülke yönetimine katıldıklarının altını çizerek şu sözlerle karşılık vermiştir:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin Hükümetine ve Yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temsilcileri, Musul Vilayetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmalarına razı değillerdir; böyle bir ayrılmaya engel olmak için bütün fedakârlıklara katlanmaya hazırdırlar.”

İnönü, görüldüğü üzere Türklerle Kürtlerin cephelerde birlikte savaştıkları ve aynı amaç uğruna bir arada olduklarını, Kürtleri de Türkler kadar yeni devletin kurucu halkı olarak gördüğünü vurgulamaktaydı. İşte bu nedenle İsmet Paşa, Kürtlerin bağımsız bir ülkenin yönetimini etkin olarak paylaşan eşit yurttaşları olmaktansa İngiliz mandası altında özerk bir yönetime razı gelmeyi kabul etmeyecekleri görüşündeydi. Her şeye rağmen İngilizler ortalığı karıştırmak maksadıyla söylemlerine devam etmişlerdir. Ama en sonunda Musul sorunu ileri bir tarihte çözülmek üzere rafa kaldırılmış ve Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmıştır. Böylelikle yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin garantisi sağlanmıştır. Bu imza sonrasında büyük bir özveri ile siyasi kadrolar kurulmuş ve hem bir yıkım süreci hem de bir inşa süreci başlatılmıştır. İlk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan ise İsmet İnönü olmuştur.

Böyle dayanışma dolu bir ortamın oluşmasına katkı sağlayan en büyük unsur muhakkak ki devletin o dönemdeki ideolojisidir. O dönemlerde sivil bir milliyetçilik hâkimdir. Dikkatli incelendiğinde ortada Osmanlı yurtseverliğine bağlı, Müslüman bir milliyetçilik havasının olduğu görülecektir. Ancak artık bu ideolojinin değişme zamanı gelmiştir.

1923 yılı seçimlerinin ardından İkinci Meclis'in toplanması, Cumhuriyet’in ilanı, hilafetin kaldırılması ve 1924 Anayasası'nın yürürlüğe girmesiyle birlikte yeni devlet cumhuriyetçi, laik ve üniter bir ulus devlet niteliği almıştır. Halifeliğin kaldırılması ve laik bir idarenin kurulmasıyla Kürtlerle Türklerin aynı topluluğun parçası olduğu hissini veren İslam bağı da yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Bunun dışında Kürtler, İkinci Meclis'te de yerlerini almışlardır. Fakat Doğu’dan gelen milletvekillerinin Meclis'teki oranı belli bir oranda gerileme yaşamıştır. Kürtler yine temsil olanağı bulmalarına karşın siyasal seçkinlerin Kürtlerin cumhuriyet rejimindeki siyasal ve hukuki statülerine ilişkin tutumu Milli Mücadele dönemine göre radikal bir biçimde değişmiştir. Milli Mücadele'nin etnik ve kültürel çoğulculuğu içeren, yurttaşlık temelli millet tanımı zamanla yerini etnik ve kültürel düzeyde Türklüğü esas alan bir millet tanımına bırakmıştır. Bunun en büyük örneklerinden biri de Halk Fırkası'na üyelik için Türk olmak ve Türk kültürünü benimsemiş olmak şartının getirilmesi sivil milliyetçilikten etnik milliyetçiliğe doğru hızlı bir geçişin yaşandığını gözler önüne sermektedir. Türk dilini ve kültürünü benimsemiş olanların anayasal düzeyde Türk kabul edilecekleri 1924 anayasasında belirtilmiştir. Bu durum Lozan görüşmeleri sırasında Türklerle eşit ve denk sayılan Kürtlerin kimliğinin anayasal düzeyde tanınması imkânını ortadan kaldırmaktadır. Zaten bütün bu gelişmelerin ardından da 1925 yılından 1938 yılına kadar birçok iç karışıklık ve Kürt isyanı ortaya çıkmıştır. Yani kısacası Türkler ve Kürtlerin birlik beraberliği, bütün o dayanışmaları resmi olarak son bulmuştur. İnönü, Kürtlerle Türklerin Milli Mücadele ve Lozan sürecinde birlikte hareket ettiklerini belirttikten sonra Şeyh Said İsyanı ile birlikte Kürtlerin bu tutumdan ayrıldıklarını öne sürmektedir. Onun tezine göre Kürtlerin böyle bir tavır almaları tamamen kurulan yeni rejimden kaynaklanmaktadır.

Bütün bu karışıklıkların başlamasıyla beraber dönemin Başbakanı olan İsmet İnönü, ayaklanmaların bastırılması için hükümete geniş yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu'nu 4 Mart 1925’te TBMM'den çıkarttırmıştır. Bu gelişmeyle çok partili hayat da sekteye uğramıştır. Kanunun yürürlüğe girmesinin hemen ardından muhalif gazeteler ve çoğulculuğa geçişteki önemli aşamalardan biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın çalışmalarına da son verilmiştir. Böylelikle otoriter tek parti rejimi resmen başlamıştır. İnönü dâhil olmak üzere dönemin siyasilerileri de yaşanan ayaklanmaların bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak amaçlı olduğunun ve cumhuriyet ilkelerine karşı oluştuğunun farkındadırlar. Bu sebeple İnönü'nün uygulayacağı Şark Islahat Planı'nın Kürtlerin asimilasyonunu içermesi durumu da bu Kürt milliyetçi boyutundan duyulan endişeyi göstermektedir.



1925 Şark Islahat Planı

İsmet İnönü, henüz Şeyh Sait İsyanı devam ederken mecliste yapmış olduğu konuşmada isyan bölgelerinde gerekli tedbir ve ıslahatın gerçekleştirileceğini vurgulamıştır. Konuşmadan birkaç ay sonra, Islahat programının hazırlığı için Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle 8 Eylül 1925'te İsmet İnönü başkanlığında Şark Islahat Encümeni kurulmuştur. Öncelikle iki adet rapor hazırlanmıştır. Sonrasında bu raporlar 24 Eylül 1925’te Şark Islahat Planı adını alacak olan 27 maddelik rapora dönüştürülmüştür. Yazılan iki raporda da Kürt nüfusunun asimilasyon ve medenileştirme yoluyla Türkleştirilmesi ve merkezi devlete bağlanması hedeflenmektedir. Cemil Uybadın ve Abdülhalik Renda ise bu iki raporun şekillenmesinde büyük rol oynamışlardır. Renda'ya göre Türk devletinin bölgedeki egemenliği Kürtlerin mevcudiyeti karşısında tehlikededir ve önlemler alınmazsa büyük sıkıntılar ortaya çıkaracaktır. Abdülhalik Renda bu düşüncesini aynen şöyle ifade etmiştir:

"Elimizde kalan Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve salahiyetle hâkim bulunması imkânını katiyen görmüyorum. Binaenaleyh bütün memlekette Türk nüfuz ve nüfusunu hâkim kılmayı farz ve zaruri görüyorum.”

Bu gelişmelerle birlikte İsmet Paşa da etnik unsur siyasetinin Türk hâkimiyetine dayanacağını ve bunun medenileştirme, asimilasyon ve dahası fiziksel şiddet ile dahi sağlanabileceğini şu sözler ile belirtmiştir:

“Bunu gerek dâhilde ve gerek hariçte söylemek için artık vehm edecek bir nokta-i endişemiz yoktur. Milliyet yegâne vasıta-i iltisağımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden önce Türk ve Türkçü olmasıdır.”

Bu sözlerden de anlaşılabileceği üzere Türk hâkimiyeti bir noktada demografik üstünlüğe de dayandırılmıştır. Şark Islahat Planı görüldüğü üzere Milli Mücadele sürecine kıyasla etnik milliyetçi bir programdır ve 1925 yılından sonra İsmet İnönü hükümetlerinin izleyecekleri Kürt politikasının esaslarını oluşturmaktadır. Plan bölgeye aynı zamanda olağanüstü bir yönetim ve Umumi Müfettişlik de getirmiştir.

Planın bir başka boyutu da iskân ve sürgün gibi çalışmalardır. Kimileri Batı’ya kimileri ise isyanlardaki aşiret örgütlerine desteklerinden ötürü sürgüne maruz kalmışlardır. Bu yöntemlerle birlikte bölgedeki Kürt nüfusun yoğunluğunun azaltılmasına diğer yandan da aşiret yapısının çözülmesi hedeflenmektedir. Amaçlanan Türkleştirme politikasının en önemli noktalarından biri de şüphesiz dil ve eğitimdir. Buna göre Türkçeden başka dillerin vilayetlerde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda konuşulması cezaya tabi tutulmaya başlanmıştır. Bu kapsamda uygulanacak eğitim politikasına göre özellikle isyan bölgesi vilayetlerinde Türk Ocakları açılmış ve böylece bu grupların Kürtleşmesi engellenmeye çalışılmıştır. Bütün bunlar yaşanırken elbette sıkıyönetim ilan edilmiş ve zaman zaman uzatılmıştır. Bölgede sıkıyönetim mahkemeleri dışında Şark İstiklal Mahkemesi de görev yapmıştır. Bu mahkeme, görev bölgesindeki her türlü tekke ve zaviyeyi amaçlarının dışına çıktıkları gerekçesiyle kapattırmıştır. Aynı zamanda artık şeyh, derviş gibi unvanların kullanılması da yasaklı hale gelmiştir.

1927’den sonra yavaş yavaş geçici olarak görev yapan kurumlara son verilmeye başlanmış ve sıkıyönetim kaldırılmıştır. Takrir-i Sükûn Kanunu ise 1929 yılında yürürlükten kalkmıştır. Ardından 1930’larla beraber Umumi Müfettişliklerin sayısı ülke genelinde artırılmıştır. Doğu’da yarı askeri bir idare kurulmuş ve bölge olabildiğince siyasetsizleştirilmiştir. Bu durumun sonucu olarak Kürtlerin siyasal olarak temsil hakkı kısıtlanmış ve meclisteki Kürt milletvekili sayısı yıldan yıla gerilemiştir. Kürtleri temsilen ise İstanbul veyahut Balkanlar doğumlu kişiler görevlendirilmeye başlanmıştır.

Uygulanan bu Şark Islahat Planı neticesinde belli başlı Kürt ayaklanmaları yaşanmıştır. Şüphesiz bunlardan en büyüğü Ağrı İsyanlarıdır. Bu isyanın bastırılmasından sonra ortam bir süre durulmasına rağmen Kürt Meselesi hiçbir zaman gündemden düşmemiştir. Bu süreçte de birçok rapor hazırlanmıştır. Bu raporlardan biri de Başbakan İsmet İnönü’nün, Atatürk’ün özel isteğiyle 10 Haziran-8 Ağustos 1935 tarihleri arasında çıktığı teftiş seyahati ve neticesinde hazırlamış olduğu Kürt Raporudur. Bu rapor artık 1930’lara gelindiğinde devletin Kürt Meselesi hakkındaki görüşü ve gelecek planlarını algılayabilmemiz açısından son derece önemlidir.



İsmet İnönü’nün 1935 Şark Seyahati ve Kürt Raporu

İsmet Paşa, seyahate çıktığı zamanlarda yazdığı yazılarda tam anlamıyla Kürt Meselesini aynen şu sözlerle kabul ediyordu:

“Takriben 400 bin kilometre sahada 5,4 milyon nüfus. Demek yarıdan fazla sahada az nüfus. Kürt meselesi vardır. Siyasi olarak sindirilmiştir. Amma vardır.”

Bu aldığı not, durumu yalnızca bir güvenlik sorunu olarak değil demografik açıdan hâkimiyet ve devlet egemenliği sorunu olarak gördüğünü düşündürmektedir. İnönü açısından bölgede gayri-Türk nüfusun oldukça yoğun olması sebebiyle her ne kadar çıkan isyanlar bastırılabilse de büyük bir mesele olarak görmektedir. Aynı zamanda meselenin sadece Kürtlerin etnik varlığıyla sınırlı olmadığı da çok açıktır. Kürtlerin demografik olarak Doğu vilayetlerindeki hâkimiyetleri ya da İnönü'nün deyişiyle "yekpare Kürdistan" meselesi mevcuttur. İsmet İnönü bu durumu Türk devletinin egemenliğine meydan okuma olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeler sonucunda İnönü'nün bu durumu tersine çevirmek amacıyla 1935'te önerdiği çözüm, Şark Islahat Planı'nda olduğu gibi, kendi deyişiyle "Türkisation”dır. İnönü'nün çözüm olarak bulduğu bu süreci Kürt nüfusun ve Kürtlerle meskûn coğrafyanın Türkleştirilmesi olmak üzere ikili bir süreç olarak işleme planları yapmıştır. Bir yandan Kürt etnik kimliği Türkleştirilirken diğer yandan da Türklerin Doğu'ya belli bir plan dâhilinde yerleştirilmesiyle Kürtlerin nüfus ve alan hâkimiyetinin kırılması planını düşünmüştür. Bu planın en büyük parçasını da 1915 yılında yapılan Ermeni Tehciri sonucu boş kalan bölgelere Türklerin yerleştirilmesi çalışması oluşturmaktadır. Bu durumun ciddiyetini de aynen şu sözlerle ifade etmiştir:

“Muş ovası. Eski, sık köylerin yeri boş. Ova senelerden beri işlenmemiş. 1,5 milyon dönüm arazi... Muş ovası boş kalırsa tehlikeli olur. İskân olursa Türklüğün sağlam temeli olur. Boş halinde, harici tehlikeden başka, er geç Kürtler burasını doldururlar. O zaman hakikaten Kürdistan yekpare olarak teşekkül eder... Muş ovası boş kalırsa Kürtler dolduracaklar.”

Aldığı bu nottan da çıkarımı yapılabileceği üzere Kürtlerin yayılmasına açık olarak gördüğü başta Muş ve sonrasında Van, Erzincan ve Elazığ ovalarında "Türk kütleleri" oluşturulmasının gerekliliğine vurgu yapmış, fakat bu ovalara o zamana kadar yerleşmiş Kürtlere dokunulmamasına karar verilmiştir. Ancak bir problem vardı. Zaten birkaç sene önce bölgeye iskân hareketleri başlamıştı. Buna rağmen kayda değer bir değişim görünmemekteydi. Daha önce gelen belli başlı muhacirler, bölgede küçük Türk siteleri bile oluşturmuştu. İsmet İnönü, bu muhacirlerin bölgedeki yalnızlığına, yazdığı Kürt Raporu’nda şu şekilde değinmiştir:

"Bütün Türk kasabaları etraflarına Türk muhacirleri getirilmesini istediler. Umman içinde kalmış gibi Türk sitelerinin boşluktan ve yalnızlıktan ürküntü hissettikleri sezilir."

Şüphesiz bu muhacirler Kürt nüfus yoğunluğunu engellemeye henüz yeterli değildi ancak yekpare bir "Kürdistan" oluşumunu engelleme işlevi görmekteydiler. Bu sebeple bölgeye yeni gelecek ve zaten orada bulunan muhacirlerin memnuniyeti son derece önem teşkil etmekteydi. Bunu farkında olan İnönü, muhacirlerin tapu, iskân, toprak ve geçim sorunlarının çözülmesi için özel talimatlar vermiştir.

İsmet İnönü’nün raporunda önemle altını çizdiği başka bir konu da devletin bölgedeki otoritesinin tesis edilmesidir. Şark Islahat Planı’na rağmen bu otorite tam anlamıyla kurulamamıştır. Bölgedeki jandarmalar içerisinde bile eski tarz kıyafetler giyenler mevcuttur. Bu da devletin polisinin, jandarmasının, memurunun bölgede bir otorite yaratamadığının bir göstergesi konumundadır. İnönü için devlet binaları, memur ve subay meskenleri, kışlalardaki talimler, devletin bölgedeki kudretini göstermesi, kısaca bir devlet görüntüsü yaratması bakımından son derece önemlidir. Fakat bölgedeki otorite ve hâkimiyetin sadece bu yolla sağlanmayacağının da farkındadır. Böyle bir otoritenin hâkim kılınabilmesinin ön koşulu bölge halkının rıza göstermesidir. Bunun gerçekleşmesi ise devletin halkın gündelik dertlerine çare bulmasına yani hayatına nüfuz etmesiyle ancak mümkün olabilirdi. Fakat raporda da belirtildiği gibi bu sağlanamamıştır. İnönü durumu şöyle izah etmiştir:

“İdaremizin Arap ve Kürt mıntıkasında köylere ve halka nüfuz etmediğine, biz kabuğun üstünde ve halktan ayrı olarak yalnız kuvvetle idare etmeye çalıştığımıza delillerden biri olarak zikrediyorum"

Yani kısacası onun deyimiyle bölge halkı devletin değil ağaların, dervişlerin elindedir ve bu sorunu çözmenin tek yolu bu ağaların işlevlerini, devletin üstlenmesinden başka bir şey değildir. Bunun için ise bölgeye sağlık, eğitim, ulaştırma, altyapı hizmetleri götürmek; halkın arazi, vergi, iskân sorunlarını çözmek merkezi devletin aşiret örgütlenmeleri yerine otorite olarak görülmesini sağlayabilirdi. Bu sebeple de İsmet İnönü, yazdığı bu raporda kısmi de olsa bölgede bir sosyal devlet anlayışının benimsenmesinin gerekliliğini belirtmiştir. Ancak bu sosyal devlet idaresinin, Türk devleti egemenliğini sağlamaya yönelik uygulanan etnik milliyetçilikten ayrı düşünülmesi güçtür.

Sosyal devlet idaresinde seyyar doktorların bölgede bulunması fikirleri ortaya çıkmıştır çünkü sağlık hizmetleri ne kadar iyi olursa halkın duyduğu güven de o oranda artış gösterecektir. Bu nedenle belki de siyasi ve ekonomik olarak en etkili tedbir olarak gösterilebilir. Bir diğer uygulanabilecek politika şüphesiz eğitim faaliyetleridir. Ancak İsmet Paşa eğitimi o bölgede daha çok bir asimilasyon aracı olarak görmekteydi. Aynı zamanda verilecek üst düzey bir eğitimin belli bir süre sonra aydın Kürt milliyetçi sınıfı doğurabileceği endişesinden ötürü ilköğretim ve belli kapasitedeki öğretmenleri yeterli görmekteydi. Bu durumun bir sebebi de devletin mali bütçesinin bölgede üst düzey bir eğitimin ihtiyaçlarını karşılayacak seviyede olmamasından da olabilir. Kürt Raporu’nda üzerinde durulan bir konuda ulaşımla ilgili olan karayolları ve demiryollarıdır. Bu yolla coğrafi özerkliğe son verilerek bölge halkının devletin nüfuzuna açık hale getirilmesi temel amaçtır. Bakıldığı zaman İnönü’nün Doğu meselesini ulaşım sorunu olarak değerlendirmesi şaşırtıcı değildir. İnönü'nün raporunda belirttiği devletin götüreceği diğer hizmetler ise asayiş ve güvenliğin sağlanmasına yönelik hamlelerdir. Mesela karakolların yapılması, vergilerin indirilmesi, terk edilmiş arazinin dağıtılması, iskân sorunlarının çözülmesi ve tüm bu işleri yapabilecek ehil memurların yetiştirilmesi planlar arasındadır. Ancak devletin mali ve beşeri kaynaklarındaki darlık, devletin toplumsal alana nüfuzunu büyük ölçüde kısıtlamaktaydı. Ve son çözüm olarak bölge halkının rıza açığını kapatmanın yolu yine kuvvetle sağlanmak zorunda kalınmıştır.

Aynı zamanda İnönü Kürt Raporu’nda Umumi Müfettişliklerin Doğu'nun ana idaresinde rol oynamasını önermekteydi. Şark Islahat Planı'nın öngördüğü sömürge tarzı idareyi şimdi Doğu'nun tamamına yayma düşüncesindedir. Bunun dışında İsmet Paşa, yazdığı bu raporda Dersim bölgesine ayrı bir parantez açma gereği duymuştur ve bölge hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:

“Dersim Kürtlerine karşı vaktiyle set olan Türk köyleri dağılıp zayıflayarak ve Ermeniler tamamen kalkarak Dersimlilerin istilasına karşı meydan tamamen boş kalmıştır. Erzincan yanındaki boş köyler Dersim'in semiz halkı ile süratle dolmaktadır. Erzincan beyleri arazileri de işlemek için Dersimlileri maraba adı ile kullanmaktadır. Bu beylerin bir nevi Dersimli himayesine sığınmasıdır. Bu köyler ve marabalar Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadırlar. Az zamanda Erzincan'ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan'ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yeridir.”

İsmet İnönü aynen bu sözleri ile Dersim'i hem bir asayiş sorunu hem de bir "Kürdistan" sorunu olarak gördüğünü açıkça ifade etmektedir. Tam da bu sebeple raporunda Dersim’e özel bir ıslahat programı düzenlemiştir. Dersim’de tümüyle baskıcı bir askeri idare kurulması planlanmıştır. Bu hazırlıklar, kapsamlı bir askeri müdahaleyi henüz 1935 yılında planladığını kanıtlamaktadır.

Doğu seferinden döndükten hemen sonra da Dersim’e hem askeri hem de idari anlamda düzenlemeleri büyük bir ivedilikle başlatmıştır. Kürt raporunda da bahsettiği politikaları uygulamaya koyan İnönü, hazırlık süreçlerinin ardından Dersim’e askeri harekât başlatmıştır. Bölgede uygulana gelen politikalar aşiretleri huzursuz etmiştir. Bu huzursuzluk, 1937’de bazı aşiret mensuplarının karakollara açtığı taciz ateşiyle bir müsademeye dönüşmüştür. Ancak kısa süre içerisinde sorun çözüme kavuşturulmuştur. İnönü'ye göre 1937'de başbakanlığı bırakana dek Dersim'de olağan bir hayat kurulmuş, halkın ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına öncelik veren bir idare tarzı kurulmuş ve iyi bir neticeye bağlanmıştır. Aynı zamanda alınan yolu vurgulamaktan da geri kalmamış ve sonrasında "Biz Dersim'i o halde bıraktık" diye yazmıştır. İnönü’den sonra Başbakan olan Celal Bayar da Dersim Islahat Programı’na devam etmiştir. Hatta askeri anlamda çok daha sert müdahaleler ve harekâtlar ile. Sonuç olarak Dersim ıslahatı da asimilasyon, medenileştirme gibi çeşitli derecelerde şiddet içeren bir etnik yönetim stratejisiyle son bulmuştur.

En son olarak özetlememiz gerekirse İsmet İnönü'nün uygulamış olduğu Kürt politikasını devletin Kürt politikasından ayırmanın mümkünatı yoktur. Bunun yanında devletin Kürt politikasının da mimarı konumundadır. İnönü’nün uyguladığı politikaları üç evrede incelemek mümkündür. İlk evre Lozan görüşmeleri ve Milli Mücadele Dönemi, ikinci evre Şeyh Sait İsyanı ve Şark Islahat Planı zamanları, üçüncü evre ise Şark seferleri ve yazdığı Kürt Raporudur. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün ardından 1938’de Cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü 1950’ye kadar olan görev sürecinde, Kürt Meselesindeki çizgisinden şaşmamaya gayret göstermiştir.

1940’larda yaşanan 2. Dünya Harbi sonrası tarımda yaşanan gelişmeler başta olmak üzere, ülke ekonomisinin nasıl kurgulanması gerektiği gibi birçok sorun tek parti rejiminin meşruiyetini aşındırmıştır. 2. Dünya Savaşı yalnızca iç sorunları değil dış politikada da sorunları beraberinde getirmiştir. Örneğin savaş zamanı uygulanan tarafsızlık politikası, dış politikada yalnızlık ile sonuçlanmıştır. Savaş sonrası ise artık demokrasi ve özgürlük dalgaları tüm dünyada etkin olmaya başlamıştır. Dünyanın birçok yerinde de liberalleşme adımları atılmıştır. Tam da bu dönemlerde CHP Meclis Grup Başkanlığı’na Demokrat Parti’nin kurucusu olacak dört siyasi tarafından “Dörtlü Takrir” adı verilen önerge verilmiştir. Bu önerge ülkede ve partide liberalleşme talep etmiştir. Ancak bu önerge kabul görmemiştir.

7 Ocak 1946 tarihinde ise yıllar önce kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan sonra tekrar çok partili sisteme geçişi sağlayan Demokrat Parti; Celal Bayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Adnan Menderes tarafından kurulmuştur. Partinin temelinde demokrasi ve liberalizm vardır. Bu sebeple de sıkça çok partili hayatın önemine değinmişlerdir. Tek parti rejimi döneminde Sovyetler ile yaşanan gerginliklerin ardından ülkece Batı Bloğuna yaklaşılması, DP’nin antikomünist bir tavır almasında rol oynamıştır. Kurulduktan 4 yıl sonra 1950 seçimlerinde iktidara gelen DP, 27 yıllık tek parti dönemini de sona erdirmiştir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti için yeni bir dönem resmen başlamıştır.



Sonuç

Kürtler ve Türkler yıllar boyu aynı coğrafyada yaşamış iki topluluk konumundadır. Osmanlı Dönemi’nde yavaş yavaş kendini belli etmeye başlayan milliyetçilik dalgaları vesilesiyle de sadece Kürtler değil ülke içinde birçok azınlık konumunda bulunan topluluk bağımsızlık talep etmiştir. Ancak Kürtleri Müslüman olmaları yani gayrimüslim kategorisinde bulunmamalarından dolayı diğer topluluklar kadar en azından Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde ön plana çıkmamışlardır. Bu döneme kadar Türkler ve Kürtlerin çok büyük bir ortak yanı vardır: İslam. Kısacası Türk-Kürt ilişkisinde dinin önemi ve birleştiriciliği yadsınamaz derecede büyüktür. Ancak elbette ki 1. Dünya Harbi ve öncesinde de Kürt İsyanları yaşanmıştır. Buna rağmen bizim için önemli olan bölüm Türkiye Cumhuriyeti’ndeki isyanlar ve eylemlerdir. Dikkatle incelendiği ve konuşmalara da bakıldığı zaman genel olarak Kürtler ve Türklerin Milli Mücadele’nin yaşandığı zamanlarda ortak bir kadere düştüğü ve birlikte hareket etmek zorunda kaldıkları görülmektedir. Lozan Antlaşmasında dahi Kürtlerin haklarından söz edilmiş ve bu iki toplumun birlikteliği her daim dile getirilmiştir. Bunun özellikle yapılmasının sebebi dönemin şartlarında topyekûn mücadeleyi sekteye uğratmamak olma ihtimali çok yüksektir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu zaman işler bozulmaya başlamıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri hilafetin kaldırılması ve geçmişte yaşanan olumsuz olayların tekrarlanamaması amacıyla çağın gerekliliği Türk Milli kimliğine dayalı bir ulus devlet oluşturma çabalarıdır. Hilafetin kaldırılmasıyla beraber genel olarak oldukça muhafazakâr olan Kürtler durumdan hoşnut olmamışlardır. Aynı zamanda hilafetin kaldırılışı Türkler ve Kürtlerin birleştirici unsuru olarak görebileceğimiz dinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Bunların dışında Türk Milli kimliğine dayalı bir ulus devlet oluşturmak, Kürtlerin bir noktada beklentilerini boşa çıkarmıştır. Ardından 1925 yılında Şeyh Said İsyanı ile birlikte uzun yıllar sürecek sert ve devlet otoritesi açısından tehlikeli Kürt isyanları patlak vermiştir. Kaynaklara bakıldığı zaman çıkan isyanların nedeninin hem bir Kürdistan devleti kurmak olduğu ama daha çok dinin yok edildiğini iddia edenler tarafından ortaya çıkarıldığı rahatlıkla görülmektedir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütünlüğünden pek haz etmeyen dış sömürgeci devletlerin-başta İngiltere olmak üzere-durumu fırsata çevirdikleri ve isyanlara destek verdikleri de önemli bir noktadır. Çıkan isyanların ardından Kürt-Türk ilişkileri iyiden iyiye kopmuştur. Bu isyanların devlet tarafından oldukça sert askeri müdahalelerle bastırılması da olayları ateşlemiştir. Ancak şu akıldan çıkarılmamalıdır ki büyük savaşlardan çıkmış ve yeni kurulmuş bir Cumhuriyet mevcuttur. Kurulan devletin korunması da büyük önem teşkil etmektedir. Yani sonuç olarak o dönemde isyanların sert askeri müdahaleler ile bastırılması çok da ilginç bir durum değildir. Ayrıca isyanların sert bir şekilde bastırılmasındaki sebep isyancıların Kürt olması veya Doğu’da bulunmaları da değildir. Tek amaç cumhuriyetin bekasını korumaktır. Hatta İzmir, Menemen’de şeriatçı bir grup tarafından Öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın öldürülmesi ile Mustafa Kemal Atatürk yine oldukça sert bir tavır takınmıştır. Yani Kürtlere sırf Kürt oldukları için fazladan bir tepki verilmemiştir. Cumhuriyet’e karşı ayaklananların tamamına sert müdahalelerde bulunulmuştur. Bütün bunların dışında o zamanlarda bugünün koşullarının olmadığı ve demokratik yöntemlerle isyanları dindirmenin pek de mümkün olmadığı bilinmelidir. Dönemin şartları bunu gerektirmiş ve sonucunda da uygulanmıştır. Bu olaylarla beraber Tek Parti Rejimi iktidardan inene kadar Doğu ile özel olarak ilgilenmiş, hatta ıslahat raporları yazılmıştır. Bununla beraber bölgedeki Kürtlerde, günümüzdeki Kürt Meselesinin temelini oluşturan mağduriyet psikolojisi de zamanla oluşmaya başlamıştır. Bu mağduriyet psikolojisi Doğu’nun azgelişmişliğini ve bölgede uygulanan politikaların sırf “Kürt” oldukları için uygulandığının düşünülmesiyle başlamıştır. Ancak o süreçte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürtlerle özel bir sorunu yoktur ve onlara farklı politikalar uygulama maksadında değildir. Asıl amaç cumhuriyet karşıtlarını bastırmak ve devletin geleceğini garanti altına almaktır. Tam da bu dönemlerde cumhuriyet karşıtı eylemlerin çoğunlukla Doğu bölgesinden çıkması da devletin bölgeyle özel ilgilenmesi ve müdahalesini gerekli kılmıştır. Bunun sonucunda da uygulananların, sırf Kürt oldukları için uygulandığı algısı yani belki de Kürt Meselesinin ana yapı taşı olarak adlandırabileceğimiz düşünce oluşmuştur. Bölgede kurulan baskıcı idarenin sebebi de aynıdır ve devlet otoritesini her yerde uygulamaya yöneliktir. Çünkü otorite o dönem bölgede daha çok aşiretlerin, şeyh ve dervişlerin elindedir. Eğer ki devlet otoritesini ülke çapında eşit koşulda sağlayamazsa bölünme kaçınılmazdır. Bölünmek veya federal bir devlet yapısına geçilmesi de cumhuriyetin sonu demektir. Günümüzde ise böyle bir federal yapının ve bölünmenin nasıl oluşturulmaya çalışıldığı bu makalenin devamı yani ikinci bölümü olan “1950’den Günümüze Türk Siyasi Tarihinde Kürt Meselesi” bölümünde açıklanmıştır. Sonuç olarak kısaca İstiklal Savaşı’nın ardından kamu güvenliğinin ve huzurun sağlanmasının ön koşulu, oluşturulan devlet modelinde özellikle kültürel anlamda bütünleşmiş bir toplumsal yapı ortaya çıkarılmasını gerekli kılmıştır. Buna engel olmaya çalışan eylemlerin çoğunlukla Şark vilayetlerinde görülmesi vesilesiyle de bölge ile özel olarak ilgilenmek şüphesiz kaçınılmaz olmuştur.



Kaynakça


  1. ERDOĞAN, Mustafa, and Vahap COŞKUN. "I. Güncel Bir Sorun Olarak “Kürt Meselesi”." Liberal Düşünce Dergisi 50: 5-18.Çakir, Ruşen. "Türkiye’nin Kürt sorunu." Metis Yayınları, İstanbul (2004).

  2. Hakan, Sinan. Türkiye Kurulurken Kürtler 1916-1920. İletişim Yayınları, 2016.

  3. Yeğen, Mesut. "Devlet söyleminde Kürt sorunu." Kültür ve İletişim 2.4 (1999): 154-158.

  4. Altun, Nurullah. "Modern Türkiye’de kimlik: Kürt kimliğinden Kürt sorununa." Akademik İncelemeler Dergisi 8.2 (2013): 45-67.

  5. Küpeli, Ismail. "Türkiye’de Kürt Sorunu: Ulus-devletin şiddetle uygulanması üzerine." (2022): 10.

  6. Karakoç, Jülide. "TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINDA KÜRT SORUNUNUN ETKİSİ 1980’lerden Bugüne."

  7. ADAKLI, Gülseren. "Kürt Sorununun “Çözüm Süreci” Biterken AKP Medyası ve Psikolojik Savaş." Mülkiye Dergisi 39.4 (2015): 5-42.

  8. ÖZÇELİK, Sezai. "TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK BÖLGESİ VE KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMININ."

  9. Akdağ, Gül Arıkan. "Adalet ve Kalkınma Partisi: Kürt Sorununun Yeniden Tanımlanması ve Türkiye’nin Değişen Ortadoğu Politikası (2002-2011)." Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 10.1 (2017): 121-143.

  10. Güney, Enis. Cumhuriyet Türkiyesi kürt sorunu. MS thesis. Bilecik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011.

  11. Kıymaz, Esra. Türkiye’nin kürt sorununa yaklaşımında değişim (1990-2010). MS thesis. Sakarya Üniversitesi, 2010.

  12. Fırat, Hakan. Demokrat Parti iktidarında Kürt sorunu: Devlet politikasındaki değişim ve devamlılıklar. MS thesis. Bursa Uludağ Üniversitesi, 2018.

  13. İnal, Kemal. "Kürt sorununun önemli bir boyutu olarak dil akp döneminde kürtçenin kamusallaşması." Eğitim Bilim Toplum 10.37 (2012): 76-112.

  14. ARSLAN, Serhat. "Asimilasyon ve İskân Politikaları Bağlamında Yatılı İlköğretim Bölge Okulları (YİBO)." MSGSÜ Sosyal Bilimler 12 (2015): 139-151.

  15. Yetim, Hüsna Taş. Erken Cumhuriyet Döneminde Kürt sorunu (1920-1938): bir güvenlikleştirme analizi. MS thesis. Sakarya Üniversitesi, 2015.

  16. Yayman, Hüseyin. "Şark meselesinden demokratik açılıma: Türkiye'nin Kürt sorunu hafızası." Seta, 2011.

  17. “Cumhuriyet Dönemindeki Doğu İsyanları: Şeyh Said İsyanı - Ağrı İsyanları - Dersim İsyanı’’. YouTube, Anime Tarih, 12 Ekim 2021, https://www.youtube.com/watch?v=q3WgioLsbg0&t=72s, 13.12.2022.

  18. Koçaş, M. Sadi. Kürtlerin kökeni ve Güneydoğu Anadolu gerçeği. Kastaş, 1990.

  19. DEĞERLİ, Esra Sarikoyuncu. "AĞRI İSYANLARINDA YABANCI PARMAĞI (1926-1930)." Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 22.

  20. http://alikizil21.blogspot.com/2013/05/misak-i-milli-kurtler-ve-turkler-icin.html

  21. Duvar, Gazete. "Söz konusu vatandı ama sonrası da'Cumhuriyet'..." (2019).

  22. İlyas, Ahmet. "Tek parti döneminde aşiretleri kontrol altına almak için çıkarılan kanun ve hazırlanan raporlar." (2014).

  23. file:///C:/Users/HP/Downloads/Lozandan_Dersime_Ismet_Inonu_ve_Kurt_Pol.pdf

  24. BEKAR, Nurgül, and Nesli Tuğban YABAN. "Avrupa Basınındaki Görsel Metinlerde Kültürel Kodlar: Osmanlı İmparatorluğu’nda Etnik Milliyetçilik Ayrıştırması." Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi 9.2 (2019): 141-155.

  25. Fuat, U. Ç. A. R. "Türk Düşüncesinde Osmanlıcılık Fikrinin Ortaya Çıkışı ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri." Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi 10.18 (2018): 81-108.

  26. AKINCI, Abdulvahap. "Milliyetçiliğin Kökenleri: Etnisite/Ulus (Millet) İlişkisi." İnsan ve İnsan 6.21 (2019): 413-430.

  27. BEKAR, Nurgül, and Nesli Tuğban YABAN. "Avrupa Basınındaki Görsel Metinlerde Kültürel Kodlar: Osmanlı İmparatorluğu’nda Etnik Milliyetçilik Ayrıştırması." Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi 9.2 (2019): 141-155.

  28. Bora, Tanıl. Milliyetçiliğin kara baharı. Vol. 33. İletişim Yayınları, 1995.

  29. Konuralp, Emrah. "Kimliğin Etni ve Ulus Arasında Salınımı: Çokkültürcülük mü Yeniden Kabilecilik mi?." Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 13.2 (2018): 133-146.

  30. Özoğlu, Hakan. Osmanlı devleti ve Kürt milliyetçiliği. Vol. 36. Kitap Yayinevi Ltd., 2005.

  31. Özoğlu, Hakan. "Osmanlı’da Kürt Milliyetçiliği." İstanbul, İletişim Yayınları (2017).

  32. Süleymanoğlu, Roza. Milliyetçilik kuramları bağlamında Kürt milliyetçiliğinin analizi. MS thesis. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015.

  33. Şencanlar, Mustafa. Türk dış politikası’nda milliyetçilik ve müdahalecilik tartışmaları: Kuzey Irak ve Rojava örnekleri. MS thesis. Sakarya Üniversitesi, 2015.

  34. Arakon, Maya. "Ayrilikçi Kürt Hareketinin Tarihsel Dinamiklerine Kisa Bir Bakiş." Alternatif Politika 2.2 (2010): 175-194.

  35. MERCİMEK, Şehriban. "TARİH YAZICILIĞI VE KÜRTÇÜLÜK ÜZERİNDEN KÜRT HALKININ SUİSTİMALİ." Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi 2.1: 70-86.

  36. İlhan, K. A. Y. A., and Ömer Uğurlu. "ULUSÖTESİ MİLLİYETÇİLİK BAĞLAMINDA AVRUPA KÜRT DİASPORASI." Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 11: 194-210.

  37. Uluç, A. Vahap. "Kürtler'de Sosyal ve Siyasal Örgütlenme: Aşiret." Mukaddime 2.2 (2010): 35-52.

  38. Doğan, Cabir. "1843–1846 Nasturi Olayları ve Bedirhan Bey." Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi 2010.22 (2010): 1-18.

  39. ASLANOĞULLARI, Mehmet. "Kürtlerin Kökeni." Bingöl Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Dergisi 2.3: 87-119.

  40. Sular, Mehmet Emin. "ZERDÜŞTÎLİK ve YEZİDİLİK BAĞLAMINDA KÜRTLERİN İNANÇLARININ KÖKENİ PROBLEMİ." Şarkiyat 12.4 (2020): 1458-1475.

  41. Duman, Betül. "Yoğun göç almış metropollerde etniklik ve öteki ile ilişki." İstanbul University Journal of Sociology 3.27 (2013): 1-24.

  42. AĞIRDIR, BEKİR. "Kürtler ve Kürt Sorunu." (2008).

  43. Öner, Nihat. "kafkas kürtlerinden redkan aşireti." kürd: 149.

  44. “KÜRTLER HAKKINDA BİLİNMEYEN 10 BİLGİ”. YouTube, Ruhi Çenet Medya, 7 Eylül 2018, https://www.youtube.com/watch?v=SQDG7AdPYww , 29.11.2022.

 
 
 

Comments


bottom of page